Tiyatro oyunlarının sahnelendiği mekanların dokusu, atmosferi farklı olmalı diye düşünürüm. Zira, birazdan bir ‘oyun’ başlayacak ve siz başka dünyaların içinden, başka yaşamlara, başka zamanlara yolculuk yapacaksınız, o anki gerçekliğinizi salonun dışında bırakırken, başka yaşanmışlıklarla buluştuktan sonra, dünyayla ilişkilenişinizi yeniden kurgulayacaksınız… Tiyatro mekanı da, bu dünyanın içine girebilmenize kanal oluşturabilmeli. Masalsı bir atmosfer değil, sözünü ettiğim, tersine çok yalın istekler. Örneğin, gürültü, görüntü kirliliği olmamalı ( duvarlara asılmış alakalı alakasız resimler, posterler vs.), insanlar yüksek sesle konuşmamalı, refah olmalı. En azından dış dünyada yaşadığımız kirliliklerden arındırılmış olmalı. İşte Oyun Atölyesi’nin Kadıköy’deki mekanı da böyle bir yer. Bilet gişesi, önünüzde uzayan koridorun hemen girişinde. Uzun ama geniş koridor, sağlı sollu masalarla dekore edilmiş, duvarlar da oyunlardan fotoğraflar var. En sonda ki masaya ilişiyorum, karşımda kocaman bir panoda, Oyun Atölyesi ile ilgili basında yer almış yazılardan alıntılarla oluşturulmuş bir köşe var. Koridorun sonu, genişçe bir salona açılıyor. Loş ışıklı, şık döşenmiş, duvarlarında güzel tabloların olduğu bir salon burası, oldukça da kalabalık, oyunu beklerken, sohbetler koyulaşmış. Mekansal tanıtımından sonra, Oyun Atölyesi’nin tarihine bir göz atalım:
Oyun Atölyesi 1999 yılında kurulur. Steven Berkoff’un Dolu Düşün Boş Konuş oyunuyla (Kvetch), 6 Ekim 1999 tarihinde prömiyer yapar.
2000-2001 sezonunda Tom Kempinski’nin Ayrılış (Separation) oyununu sahnelenir. Grup, 2002 yılından itibaren de kendi salonunda faaliyet göstermeye başlar. Bundan sonraki süreçte grubun repartuvarını şu oyunlar oluşturuyor:
Anthony Horowitz’in Ermişler ya da Günahkarlar (Mindgame) oyununu 4 Nisan 2002 tarihinde prömiyer yaparak ilk kez kendi salonunda sahnelenir.
Daha sonra;
2002-2003 sezonunda Steven Berkoff’un Dolu Düşün Boş Konuş (Kvetch),
2003-2004 sezonunda Murat Taşkent’in Azrail’in Gözyaşları,
2003-2004 sezonunda Micheal Ende’nin Kesmeşeker (Uyarlayan Kemal Aydoğan-çocuk oyunu),
2004-2005 sezonunda W. Shakespeare’in Othello (Othello),
2004-2005 sezonunda Molière’in Cimri (The Miser),
2005-2006 sezonunda Stefan Tsanev’in Jeanne d’Arc’ın öteki ölümü (The Other Death of Joan Of Arc)
2005-2006 sezonunda W. Shakespeare’in Atinalı Timon (Timon of Athens),
2006-2007 sezonunda W. Shakespeare’in Hırçın Kız (The Taming of the Shrew),
2007-2008 sezonunda Èric-Emmanuel Schmitt’in Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler (Partners in Crime),
2008-2009 sezonunda Andrzej Saramonowicz’in Testosteron (Testosteron),
2009-2010 sezonunda W. Shakespeare’in “7”(şekspir müzikali) (“7” Shakespeare Musical)
2010-2010 sezonunda W. Shakespeare’in Macbeth (Macbeth)
Oyun Atölyesi, tiyatro kurma düşüncesinin aslında tam anlamıyla bir inat işi olduğunu, yola çıktıktan sonra karşılaştıkları zorlukları, yola çıkacaklara öğütler kıvamında yayınlamış, internet sitesinde ve tiyatro kurma işini, gözlerini karartıp bir parça ışık için ateşe atılmak, olarak tanımlamış. Haluk Bilginer’le yapılan bir röportajda sanatçı kurulma sürecini şöyle anlatıyor:
‘1996 yılında. Üsküdar’da bir sahneyi inşa etmeye çalışırken yangın çıktı. İlk maceramızı bu şekilde yaşadık. Yangından sonra da belediye yeniden izin vermedi. 2000 yılında da burayı bulduk. Sinema yapılmak üzere temeli atılmıştı. İki yıl boyunca da uğraştık, didindik. Hiç kolay bir süreç değildi. Bir de hepimiz oyuncuyuz, ne anlarız inşaattan, çimentodan, demirden… Ama yine de eğlenceli ve enerji veren bir süreçti. Tekrar geri dönme şansım olsa yine yaşamak isterdim. Üstelik kendime mülk de yapmadım. Burada kiracıyım. Böylece “Haluk kendine mülk yapmış. Yarın öbür gün satar” diyenleri de hemen bertaraf edelim. Acaba Haluk deli mı? Evet deliyim. Ama sonuçta çok sevdiğimiz işimizi yapacak bir evimiz oldu. Burası bir yaşam alanı aynı zamanda. Sadece oyun oynamıyoruz, bütün günümüz burada geçiyor. Kafemiz, prova odamız, toplantı odamız, kütüphanemiz var. Gerçekten çok güzel bir yer oldu. İşte sürekli şikayet eden insanları görünce aklıma bir Çin atasözü geliyor; “Şikayet edeceğine, bir mum yak”… Her şeyden şikayet edeceğine sen de kendi tiyatronu yap. 40 yıldır bu işi yapıyorsun, maddi imkanın da var. Üstelik benim kontratı imzaladığımda buraya yetecek paranın onda biri yoktu cebimde. 4 sene boyunca yılda 12 ay durmadan çalıştım’
Tiyatronun sitesinde de izleyiciler bu sevince davet ediliyor:
Biz budala değiliz, düşlerimiz var!
Hepimiz için bir tiyatro salonu yaptık
Oyun Atölyesinin iç işleyişine dair, Haluk Bilginer şunları söylüyor: :
‘Oyun Atölyesi’nde yapılan her şey ortak akıl ürünüdür. Biz uzun yıllar birlikte çalıştığımız için birbirimizin ne düşündüğünü konuşmadan da anlayabiliyoruz, bu çok güzel bir avantaj’
Oyun Atölyesi kadrosunu tanıtacak olursak: Kemal Aydoğan’ı rejide, Bengi Günay’ı tasarımda, ışıkta İrfan Varlı görev alıyor. Tolga Çebi oyun müziklerini yapan isim, oyuncu kadrosunda, projeye göre değişmekle birlikte şu isimler sayılabilir: Evrim Alaysa, Zeynep Aklaya, Tuğce Karacaoğlan, Selen Öztürk. Yine oyuncu kadrosuna ilişkin tiyatronun yaklaşımını Bilginer’in röportajından anlamak mümkün:
‘Bir oyun seçildikten sonra oyuncu seçmeleri yapılıyor ve seçilen oyuncularla sözleşme imzalanıyor. Zaten hiçbir tiyatronun sabit kadrosu olmamalı. Çünkü bu oyun yelpazesini kısıtlar. Sadece 10 oyuncuyla oynamak zorundaysanız hep ona göre oyun seçmek zorunda kalırsınız. Dünyanın her yerinde prodüksiyon şirketi hangi oyunu koyuyorsa ona göre kadro seçer ya da daha önceden tanıdığı, uygun oyuncularla anlaşır.’
Oyun Atölyesi’ne dair ilgimi çeken bir noktada, grubun neden bu kadar sıklıkla Shakespeare oyunlarını tercih ettiği? Neden yerli bir yazarın oyununa el atmadıkları? Her ne kadar Bilginer, Türkiye’de tiyatro yapmayı, ‘rüzgara karşı yüzmeğe benzetse de’ rüzgarı arkasına almayı ve güvenli bir gemi ile yolculuğu da ihmal etmiyor. Sanatçı bu konuda kendisine yöneltilen bu soruyu şöyle yanıtlamış:
‘Biz her sene bir Shakespeare yapıyoruz.. Bir geçen sene yapmadık. Bundan sonra da yapacağız. Mutlaka Shakespeare yapacağız çünkü Shakespeare Türkiye’de maalesef yeterli sıklıkta ve doğru oynanmış değil. Shakespeare’den nedense insanlar ürkütmüş. Çünkü Shakespeare yapanlar Shakespeare’i anlamamış, kavramamış ve Shakespeare ağır falan demişler, ceketlerinin önünü iliklemişler Shakespeare adı geçince. O eğlence yanını unutup da sadece “Hım, hım, hım…” yaparsan sahnede kimse bir şey anlamaz, herkes kedini geri zekalı zanneder. Ay bu aktörler çok biliyor, onlar biliyor ben bilmiyorum gibi zanneder seyirci. Bu çok büyük bir hakarettir seyirciye. Hatta bir suç işlenmiştir aslında.’
Son dönemlerde gerek Kemal Aydoğan, gerekse Haluk Bilginer’in devlet tiyatrolarına karşı takındıkları tavır oldukça yankı buldu. Tiyatro bir kurumun, hele de eleştireceği bir kurumun sesi, soluğu olabilir mi? Resmi ideolojinin desteğiyle, sanatın aykırı tavrı bir potada eritilebilir mi? Bilginer, bu konu ile ilgili şunları söylüyor, bir röportajında:
‘ Bir tiyatrocunun 657’ye (Devlet memurlarını kapsayan kanun) bağlı olması başlı başına bir tuhaflık zaten. Böyle olunca; kültür bakanı seni çağırıp sahnede yaptığın herhangi bir şeyle ilgili hesap sorabiliyor. Sorar çünkü o senin patronun. Bir ülkede asla devlet tiyatrosu olmamalı. Zaten dünyanın gelişmiş ülkelerinin hiçbirinde örneği yok bunun. Ulus tiyatrosu var ve devlet yüklüce yardım yapıyor. Ama asla işlerine karışmıyor. Tiyatro sadece halka, seyirciye bağlı. Bizde de Kültür Bakanlığı, halktan kestikleri vergilerle yılda 50 milyar lira veriyorsa tiyatroya. 100 milyar lira vermeli ama asla işlerine karışmamalı. Tiyatronun nasıl yapılacağı hakkında fikir vermemeli. Ve asla üçlü kararname ile başına müdür atamamalıdır. Ancak ben davet ettiğimde oyunumu izlemeye gelebilmeli o kadar. Çünkü aktör çıkıp kafa tutabilmeli. Röportaj verebilmeli, konuşabilmeli, muhalif olabilmeli… Ama 657′ye bağlı olunca hadi kalkıp eleştirin hükümeti!.. Peki sanatçının işi zaten hükümeti de muhalefeti de eleştirmek değil mıdır? İşte böyle olunca, sanatçı da olamıyorsunuz.’
Ancak Oyun Atölyesinin, ‘Don Juan’ın Gecesi’ oyunu dahil, Kültür ve Turizm Bakanlığı’dan devlet desteği alan tiyatro gruplardan biri olduğunu da burada belirtmek gerekir. Ayrıca Devlet Tiyatroları’nın Türkiye’nin çeşitli kentlerindeki 60 sahnesinin yanı sıra, hemen her kente yaptığı ‘turne’leriyle ve her yıl 100 kadar oyunu sahnelemesiyle çok önemli bir işlevi yerine getirdiğini belirtmeliyiz; dünyanın başka ülkelerinde olsun ya da olmasın – ki başka ülkelerde de var- Türkiye’de bu önemli işlevin daha geniş bir yazıyla değerlendirilmesi gerekiyor.
‘DON JUAN’IN GECESİ’NDEN KALAN
‘Sükut bir kadının ziynetidir’ diyor Sofokles. Antik Yunan’dan bu yana kadın cephesinde değişen bir şey yok… Hala sükut eden, biat eden, saçını süpürge eden kadın toplumların kıymetlisi… Toplumların yapılandırılmasında, kadınların iktidarsızlığı hem dışarıdan dayatılmış, hem de derinlemesine içselleştirilmiştir. ‘Erdemli kadın’ erkek ölçütlerine göre belirlenmiş ve kanıksatılmıştır. Dişilik kadınların kimliği olmakla birlikte, aynı zamanda erkekler tarafından arzulanma ölçütüdür. Bu kimlik Don Juan’ların temsil ettiği, belirlediği arzulama standartları tarafından kadınlara dayatılmış, benimsetilmiştir.
Eric- Emanuel Schmıtt, sükut eden kadınların, bu eril zihniyeti ne kadar içselleştirdiklerini, kadınların birbirleriyle ve Don Juan’la ilişkileri ekseninde sorguya açıyor. Don Juan’ın büyülü aşk sözlerinin ağına takılmış bu kadınlar, bir yandan Don Juan’ı sahiplenmek ve ‘biriciği’ olmak isterken, diğer yandan aldatılmışlığın intikamını almak isterler. Kadınların bu gelgitleri oyun boyu sürer. Don Juan, erkekliğinin gücünü sınarken, kadınlar ona aşık olmuşlardır. Don Juan’ın içlerinden birine göstereceği özel ilgi, o kadının diğer kadınları ve içindeki öfkeyi unutması için yeterlidir. Yani, sahnedeki tüm kadınlar, hala Don Juan’a aşıktır, hala ondan umudu kesmemişlerdir. Her fırsatta kendilerini Don Juan’a göstermeye kalkışmaları bundan. İş böyle olunca bu kadınların soracağı hesaptan da hayır gelmeyeceği ortada. Şunu da belirtmek gerekir ki, Don Juan’ın birlikte olduğu kadınlar arasından seçilmiş olan bu altı kadın, son derece özgürler. Eril kuşatılmışlık henüz onlara uğramamış. Cinselliğin toplumsal anlamı kadınlar ve erkekler için aynı, her iki taraf için de eşit ya da tamamlayıcıymış gibi, toplumsal cinsiyetten arındırılmış olarak ele alınıyor. Yalnızca rahibe bu durumu yer yer kırıyor. Ancak bu da seçili bir veri. Yani dinlerin kutsadığı kadının bakire Meryem olduğunu biliyoruz. Bunun dışında kadınların, öfkeleri bireysel olarak Don Juan’a karşı. Bu öfke de, Don Juan’ın onlarla evlenmemiş olması noktasında düğümleniyor. Kadınlar, böylesine toplumsal ve siyasal uzamlarından koparılmışken, Don Juan’a bakıyoruz: Acaba o, kadınların kimliğine el koyan örgütlü yapının bir temsilcisi mi diye? Kısmen evet. Burada yazar, kadınlarla erkeklerin cinselliklerini eşitleme yoluna giderek, erkek cinselliğini tartışmaya açıyor. Hem kadınların hem erkeklerin cinselliklerini bir oyuna sığdırmak mümkün olmayacağından, sorunun birini eleyelim, diye düşünmüş olacak. Elenen de yine kadınlar olmuş. Aslında iyi de olmuş. Zira eril zihniyetin kadınları olduğu kadar erkekleri de kendilerine yabancılaştırdığı bu yolla daha net seçilir hale gelmiş. Don Juan için kadınların sınıfı, ırkı, yaşı, esmeri, sarışını fark etmiyor. Ancak, bu eril zihniyetin hangi toplumsal yasalardan hangi toplumsal bellekten beslendiğine dair, veri oldukça kısıtlı oyunda. Metne ek bir çalışmayla bu sorun giderilebilirdi. Ancak bu sorunun çeviriden mi kaynaklı olduğunu da bilmiyoruz.
Cinselliğin eşit olarak yaşanmadığı bir toplumsal yapıda, bazı insanların cinselliğine diğerlerinin kullanımı için örgütlü olarak el konulmasının iç dinamiği arzudur, şehvettir. Toplumsal kişiliğe yaydığımızda çıkan özellikler, cinsiyet rolleridir. Arzu toplumla bağlantılı olarak ele alınabilir. Bu yalnızca eşitsiz toplumsal düzenlerin iç dinamiğidir. Don Juan’ın yönelişi ancak bu zeminde açıklandığında anlamlıdır. Ancak oyunun geçtiği toplumda, heteroseksüel bir yapılanma yok, yukarda da söylediğim gibi.
Pek çok biyografide okumuşuzdur: ‘Yazar, mimar, sanatçı (neyse) kadına ve alkole düşkündü.’ diye. Oysa hiçbir kadın kişiliğin biyografisinde: ‘Erkeğe düşkündü’ yazmaz. Yanlış anlaşılmasın, yazılsın demiyorum. Ancak söylemek istediğim, ‘kadına düşkünlük’ de övgüye değer bir mertebeymiş gibi sunulmasın. Değil çünkü. Bu olsa olsa, kişinin kendinden, hayattan kaçışı, erkek cinsinin kadın cinsine uyguladığı baskı ve değersizleştime aracı, taçlandırılmış bir erkeklik egoizmi…
Oyunda da bu nevrotik kişiliğin halleri, ‘hayaletten önce’ ve ‘hayaletten sonra’ diye oldukça belirgin çizilmiş. Yazar, Don Juan’ın ipini çekme işini kadınlara bırakmıyor. Don Juan, kendi ipini kendi çekiyor. Yazar, Hamlet’teki hayalet fikrinden mi esinlenmiş, bilinmez ama Don Juan’ın baht dönüşüne hizmet eden, onu kör dövüşünden kurtaran iyi bir yol bulmuş. Don Juan’ı canlandıran oyuncu Haluk Bilginer olunca da, oyunun atmosferine girmemek mümkün olmuyor tabii.
Kadınların kendi kimliklerine dair yaklaşımları, erkekler tarafından belirlenmiş dayatılmışlık ve bu dayatılmışlığın kanıksatılmış hali, birbirleriyle girdikleri yarışta iyice belirginleşiyor. Roche-Piquet kontesi (kırmızı kostümü ve rahat tavırlı)’nin öne çıkardığı ‘kadınlık’ da, ‘hanım hanımcık, utangaç, roman yazarı’ Matmazel De La Trıngle’nin taşıdığı kadınlık da bu dayatılmışlığın, eril toplum yargılarının bileşkesidir. Bunlara göre Madam Cassin, geçmişiyle ve kendiyle barışık tek kadın karakter olarak çıkıyor, karşımıza. (Hala Don Juan’a hayran olmasını saymazsak) Nihayetinde bu kadınların hepsinin varlığı, Don Juan’ı tanıtmak içindir. Hepsi edilgendir, nesne konumundadır. Angelique, Don Juan’dan hesap sormaya soyunsa da, ‘mini mini, masum aşık kız’ kabuğundan sıyrılamaz. Aşkının arkasında durma cesareti, Don Juan’ın tepeden bakan, küstah tavrında tuz buz olur.
Kemal Aydoğan’ın rejisi oldukça durağan. Yani kadınlar, sahnede bu kadar eylemsiz kalmasa daha iyi olmaz mıydı, demek istiyorum. Kostümler, göz alıcı… Dekor, biraz daha zengin kılınabilirdi. Işık, izleyeni yormadan, doğru açılardan verilmiş, yaratılmak istenen atmosfere dayanak olmuştu.
Sonuç olarak, kadınların kadın, erkeklerin erkek olamadığı toplumumuzda, başımıza yeni yeni çoraplar örülürken, Oyun Atölyesinin oyununu anlamlı ve cesur bulduğumu belirtmeliyim.