Adela’dan Güldünya’ya Kadınlığın Tragedyası

22.10.2013 09:21

Federico Garcia Lorca’nın, Kanlı Düğün, Yerma ve Bernarda Alba’nın Evi oyunlarındaki kadın karakterlerin ortak trajedisi nedir? Bu kadınların, cinsel politikaların ağır yükü altında kendi doğalarından, cinselliklerinden uzak bırakılmışlıkları bize, günümüze yabancı mıdır? Kanlı Düğün’deki Gelin karakteri ile karşımıza çıkan kadın, onca direnmesine rağmen doğasına yenilir ve aşık olduğu adamla düğün gecesi kaçar. Anne olamayan Yerma, toplumdaki varlık gerekçesini; anneliğini ona veremeyen kocasını öldürür. Adela, sırf varsıllığı nedeniyle, ablası ile evlenmek zorunda kalan Pepe el Romano için Bernarda ile simgeleşen toplumsal ahlaka başkaldırır.  Bu oyunlardaki kadınların ortak trajedileri yabancılaştıkları kadınlıklarıdır. Toplumun bedenine el koyduğu kadın, doğal dürtülerine yenilmiş, kendi trajik sonlarını hazırlamışlardır. Gelin’de, Yerma’da, Adela, Magdalena, Martırıo, Amaelıa, Marıa Josefa ve hatta Bernarda’da içten içe kaynayan, buldukları ilk çatlaktan dışarı sızan isyanın, çelişkinin kökenleri, bu oyunların asal omurgasıdır.

Cinsel arzuları bilinçaltına itmenin kökeni düşünsel değil, toplumsal ve iktisadidir. Tarihin ilk çağlarında, insanoğlunun cinsel yaşamı doğa yasalarına ayak uydurmuş, bu da doğal bir toplum severliğin gelişmesini sağlamıştır. Ataerkil sistem, kadının bağlılığını, yani çocukların babalığını sağlama bağlamak için, kadını erkeğin insafına bırakmıştır. Adam kadını öldürürse, hakkını kullanmaktan başka bir şey yapmış olmaz.

Engels, ilkel toplumdaki aile biçimlerinin evrimiyle bunları koşullayan iktisadi yaşam biçimlerini şöyle anlatır:

‘ Çalışma evrim geçirdikçe, elde edilen ürünlerin niceliği artar, dolayısıyla toplumun zenginliği de; ve toplumsal düzen gittikçe aile bağlarının boyunduruğuna girer. Toplumun böyle aile bağlarına dayalı örgütlenmesinden çalışmanın verimliliği, onunla birlikte de özel mülkiyet, mal alışverişi, zenginlik ayrımları, yabancı iş gücünün kullanılması ve derken sınıf karşıtlıklarının temeli ortaya çıkıverir; yeni toplumsal öğeler, kuşaklar boyu, eski toplumsal yapıyı yeni duruma uydurmaya çalışır, böylece aralarındaki mutlak uyuşmazlık her şeyi tepe taklak eder. Aile bağlarına dayalı eski toplum, yeni toplumsal sınıfların gelip toslaması sonucu dağılır. Devlet örgütü içerisinde toplanan yeni bir toplum alır onun yerini; burada artık alt örgütler aile toplulukları değil, yerel topluluklardır; aile düzeninin yerini mülkiyet düzeni almıştır ve bu düzen, şu anda elimizde bulunan tarihi oluşturan karşıtlıklara, sınıf çatışmalarına yol açar.’(1)

Doğal yaşam dürtülerinin, güvenin ve katıksız aşkın yaşamı ve cinselliği belirlemesi gerektiğini, bunun toplumsal, iktisadi dayatmalarla karıştırıldığında, bireyin yaşamının da elinden alındığını ve canlı varlığın gülünç bir benzerinin, karikatürünün ortaya çıktığını savunan psikanalizci W. Reıch de evlilik için şu saptamada bulunuyor:

Bir kadınla bir erkek, karı-koca olarak kutsandıkları zaman değil, kendilerini birbirlerinin eşi saydıkları zaman karı-kocadırlar. Sahici özgürlüğün ayarlanma örneği dış değil, iç yasadır.’ (2)

Kanlı Düğün oyununda, Gelin Leonrado ile, Bernarda Alba’nın Evi oyununda, Adela Pepe el Romano ile, Yerma oyununda ise Yerma Victor ile evlenebilseydi, yaşanan trajik sonlar olmayacaktı. Doğal ahlakın baş düşmanı ahlakçı iki yüzlülüktür. Buysa başka türlü bir saplantılı ahlakla değil, cinsel süreci yöneten doğal yasanın bilinmesiyle yenilgiye uğratılabilir. Doğal ahlaklı davranış, doğal yasanın bilinmesiyle yenilgiye uğratılabilir. Aynı biçimde saplantılı ahlakla hastalıklı cinsel yaşam da at başı gider.

Ruhsal bozukluklar, içinde yaşadığımız toplumun doğurduğu cinsel aksaklıkların sonucudurlar. Bu karışıklık, binlerce yıldır, yaşama dışarıdan uygulanan baskıları iç dünyaya aktararak bireyleri o günkü koşullara boyun eğdirmeyi amaçlayan girişimi kolaylaştırmıştır. Ereği, bireylerin kendilerine güvenlerini sarsarak, makineci ve buyurgan uygarlığı ruhsal dünyalarına çakmaktır. Cinsel hayat, iktidarların buyruğundan çıktığında kadın da, erkek de daha mutlu olacaktır. Kanlı Düğün oyunundaki, Gelin’in aşağıdaki repliği, sıkıştırılmış aşkın haykırışıdır:

Gelin : Ben öbürüyle kaçtım, kaçtım onunla! Sen de giderdin. Yanıp tutuşan içi dışı yara dolu bir kadındım. Oğlun ise evlat, toprak ve sağlık istediğim bir kaşık suydu benim için. Ama ötekisi ise, ağaç dallarıyla dolu koyu bir ırmaktı, bana sazlıkların fısıltısını ve mırıltılı türküsünü getiriyordu. Soğuk bir su damlası gibi oğlunun peşinden koştum ben. Ötekiyse yürümemi engelleyen, bu zavallı kadının yaraları üstüne kırağılar bırakan ve ateşle okşayan yüzlerce kuş saldı üstüme.

Kanlı Düğün oyununda toplumda söz sahibi olan erkeklerdir. Anne’nin söz sahibi olması ancak kocasın ölmüş olmasından dolayıdır. Gençlerin kiminle evleneceğine aile büyükleri karar verir. Bu kararda, toprak büyüklüklerinin denk olması en önemli kriterdir. Nitekim, Leonardo ile Gelin bu denklik engelinden dolayı evlenememişlerdir. Erkek dışarıda, tarlada çalışan, kadın evin içindeki ev işlerini organize eden kişidir.

Baba : Kızım için ne söyleyeyim ben sana. Çoban yıldızı parlarken sabah üçte kalkar, ekmeği hazırlar. Hiç konuşmaz; yün gibi yumuşacıktır; her türlü işleme gelir elinden; dişleriyle halatı koparabilir.

Toplumda kadın yumuşaklığı ile övülürken, erkek için tam tersi durum söz konusudur:

Anne : Karına karşı sevgi dolu olmaya çalış. Eğer baktın ki, hırçınlaşıp, böbürleniyor onu öyle bir okşa ki biraz canı yansın; sonra sımsıkı kucaklamanın ve ısırmanın ardından usulca bir öpücük kondur. O durumda alınganlık göstermez ve evde erkek, buyuran ve başın sen olduğunu hisseder. Ben babandan böyle gördüm. Şimdi baban hayatta olmadığına göre sana bu güç göstermelerini ben öğretmek zorundayım.

Burada Anne’nin sözleri aslında toplumdaki ataerkilliği özetlemektedir. Ancak üzerinde durulması gereken bir başka noktada, toplumun ahlak anlayışı, bireye öğretilmektedir. Evliliğin ve ailenin ilk görevi, erkeğin hükmünü kabul ettirmesidir. Cinsel yaşam ise üreme amacının gerekçesidir. Erkeklerin toprak kavgasında birbirlerini öldürdükleri, kadınların ise bu kavgaların izleyicisi oldukları bir toplumsal yaşam söz konusudur.

 

 Yerma Oyununda Aile ve Törel Yapı: 

Federico Garcia Lorca’nın 1934 yılı İspanya’sında yazdığı oyun, bir köyde geçer. Halk, tarımla geçinmektedir. Yine bu oyunda da feodal aile düzeni topluma egemendir. Zamanı geldiğine inanılan genç kız, ailesini belirlediği kişiyle, isteyip istemediği sorulmadan evlendirilir. Daha önce babasının gözetiminde olan kadın, kocasının gözetimine geçer. Erkekler, tarlada çalışır. Kadınlar ancak onlara yemek taşırken sokağa çıkar. Onun dışında kadınların görevi, evde dikiş dikmek, dışarıda çalışan erkek için hayatı idame ettirmek ve çocuk büyütmektir. Çocuk büyütmek, kadınların kendilerini oyalayacak, toplumsal varlığını onaylatacak bir araçtır. Çocukken oynadıkları bebeklerin yerini gerçekleri almıştır. Çocuk doğurmayan kadın eksiktir. Bu toplumsal zemin aşağıdaki repliklerde kendini ele verir:

Yerma: Erkeklerin farklı yaşantıları vardır, sürüleri, ağaçları, sohbetleri önemlidir. Ama biz kadınların çocuktan başka oyalanacak bir şeyimiz yoktur.

Yerma : Çocuk doğurmayan köylü bir kadın bir demet diken gibi yararsızdır. Hatta zararlıdır ve Tanrı’nın yüzüstü bıraktığı zararlı bir atık gibidir. ( Maria çocuğu almak ister gibi bir hamle yapar.) Onu sen tut, seninle daha mutlu olur. Benim anne gibi ellerim yok.

Yerma: Tembel ve mızmız anneler niçin evlat sahibi olurlar? Çocuk sahibi olmak bir demet güle sahip olmak gibi değildir. Onların büyüdüğünü görmek kolay değil. Bence çocuk kanımızın yarısını alıp götürüyor ama yine de çok güzel ve yararlı bir şey. Her kadının dört, beş çocuk için yeterli kanı vardır. Çocuğu olmadığı zaman o kan zehre dönüşür. Benim başıma gelecek olan da bu.

Yerma, toplumdaki işlevini yerine getirememiş bir kadındır. Evli fakat çocuksuzdur. Bu durum onu, diğerlerinden ayrı kılmıştır. Çocuksuz bir kadın, başka bir erkekle birlikte olabileceğinden tehlikelidir ve göz altında tutulması gerekir. Juan, çevrelerindeki insanların Yerma hakkında konuşacaklarından dolayı kaygılıdır.

Juan : İnsanların beni işaret edip durmasından hoşlanmıyorum. Bunun için şu kapının kapalı durmasını istiyorum. Her insan evinde gerek..

Juan : Sen beni tanımıyor musun? Koyunlar ağılda kadınlar evde gerek. Sen biraz fazla çıkıyorsun. Bunu sana çok söyledim, duymadın mı?

Juan : İnsanları ağzına sakız olacaksın.

Bu nedenle o, evde olmadığında, Yerma’yı gözetim altında tutmaları için kız kardeşlerini getirtir:

Juan : … Hala gelmedi. Birinizden biriniz onunla gitmeliydiniz. Bu yüzden buradasınız, bunun için soframda yiyorsunuz, şarabımı içiyorsunuz. Hayatım tarlada… ama onurum burada. Benim onurum sizin onurunuz demektir.

Ataerkil toplumsal koşulların, cinsellik yönünden kadınlar üzerindeki etkileri çok büyük olmuştur. Kadın hemen hemen cinsel bir varlık olarak görüldüğü halde, cinselliği yüzünden acı ve hatta utanç duymaya mahkûm edilir. Tarih boyunca kadınların büyük çoğunluğu, erkeğin cinsel boşaltımını sağlamak, çocuk doğurmak ve büyütmek gibi sadece hayvansal bir işlev yüklenmiştir. Böylelikle kadın, analık ve birkaç ayrıcalık dışında cinselliği herhangi bir haz duymadan ancak beden işçiliği, ev işlerinden meydana gelen kısıtlı yaşamın angaryası olarak yaşamıştır.  İspanya İç Savaşı sırasında diktatör Franco’nun en sadık destekçisi olan Hitler, ataerkil koşulları yeniden canlandırmak ve güçlendirmek için büyük atılımlar gerçekleştirmiştir. Kadın üzerine öne sürdükleri, toplumda mayalanan cinsel ideolojinin hiç de kendiliğinden yaygınlaşmadığını, devletin ve iktisadi tutumun dayattığı politikanın sonucu olduğunu göstermesi bakımından Nazi Almanya’sında kadının hayatına bakmak aydınlatıcı olacaktır:

Hitler Almanya’sında kadınlara düşen rol, aileye ve analık duygusuna kendilerini adamaktı. Analık duygusu üzerindeki direnme, milliyetçi duyguların çok küçük yaşta ana-babadan aşılandığı varsayımına dayanıyordu. Analık kavramı, kadınları Nazi denetimindeki örgütlere sokmak için bir araç olarak kullanılıyordu.

Nazi Alman hükümetinin aldığı bir kararla, üniversite öğrencilerinin ancak onda birinin kadın olması öngörülüyordu. Lise öğrencilerinin ise üçte biri kadınlardan meydana geliyordu.  

Nazi ideolojisinin gerçek amacı, belirtildiği gibi kadını yuvasına döndürmek değil, kadınları meslek dallarından alıp, düşük ücretli işlere yerleştirmek, olmuştur. Bu dönemde pek çok feminist kadın tutuklanmış, feminist federasyonlar kapatılmıştır. Kadınların yargıç olmaları yasaklanmıştı, 1936’da da adliyede çalışmaları yasaklandı. İçişleri Bakanı Dr. Wilhem Frick’in tutumu, ideoloji ve ekonomi yönünden çok açık seçikti:

Anne kendisinin tamamen ailesine ve çocuklarına, eş ise kocasına adayabilmelidir. Evlenmemiş kızlar, ancak kadınlara uygun işlere alınmalıdır. Geri kalan işlerde çalışmak yine erkeklere özgü kalmalıdır.(3)

Nazi Almanya’sında doğum denetimi konusunda bilgi vermek, doktorlar için bile tehlikeli ve cezayı gerektiren bir suçtu. Gebeliği önleyici klinikler, 1933’ten sonra kapatıldı. Gebeliği önleyici ilaçlar, özel izin olmaksızın satılamaz oldu. Kürtaj, göze alınamayacak bir tehlike durumuna geldi; ağır cezalar kondu. 1933 Mayısında çıkarılan yasa, kürtaja yardım edenleri de ağır cezaya çarptırıyordu.

Nazi devletinin ataerkil ve erkek üstünlüğünü tanıyan karakterinin temel nedeni, siyasal ya da ekonomik olduğu kadar, duygusaldır.  Kadının baskı altına alınması temeline dayanan ve ilkel kabile havasında olan bu yapı, otoriter, aşırı milliyetçi ve militarist gelişim için bulunmaz bir araç olmuştur.

Buradan şu sonucu çıkarmak mümkündür, cinsel politika ekonomiye ve diğer toplumsal kurumlara bağlı olmakla birlikte, tıpkı ırkçılık gibi bir yaşam biçimidir. Yaşamın bütün diğer ruhbilimsel ve duygusal yönlerini etkiler. Bu nedenle, cinsel politika, kökleri geçmişimize uzanan, yoğunlaşma ve artma olurluluğu bulunan ve bugüne dek hiçbir toplumun ortadan kaldırmayı başaramadığı bir ruhsal yapı durumuna gelmiştir. Yerma’nın ve Juan’ın sıkıştırılmışlığı bu cinsel politikanın toplum yaşamındaki yansısıdır. Yerma, sevmediği bir adamla evlenmesine karşı çıkmamıştır. Anne olduğunda, hayatı anlamına kavuşacaktır. Diğer yandan kocasını aldatamayacağını da bilir. Yaşlı kadın’ın Yerma’yı oğluyla tanıştırmasına cevabı kesindir:

Yerma : Sus, sus, olmaz öyle şey! Asla bunu yapmayacağım. Ben erkek peşinde koşan biri değilim. Benim başka bir erkekle olabileceğimi düşünebiliyor musun? Nerede kaldı onurum? Suyun yönü değişmez, dolunay ise güpegündüz çıkmaz. Çekil şuradan ben kendi yolumda yürüyeceğim. Ciddi olarak benim başka bir erkeğe yöneleceğimi düşündün mü? Tıpkı bir köle gibi benim olan bir şeyi dilenebilir miyim sanki? Beni iyi tanı ve bir daha böyle konuşma. Ben erkek falan aramıyorum.

Bernarda Alba’nın Evi Oyununda Kadının Toplumla İlişkilenişi:

Oyunda, Bernarda toplumun değerlerini simgeleyen bir karakterdir. Feodal toplum ilişkilerinin söz konusu olduğu oyunda, kadınlar üretim ilişkilerinin dışındadır. Kadınların, kendi hayatları üzerine söz söyleme hakları yoktur. Kadın, ‘erkeğin namusu’ ve evin işçisidir. ‘Namusu’ aile reisine aittir ve bu da ya koca ya da baba’dır. Erkek, aile içinde, devlet ve din kuralları adına kadını yönetir. Kadın sürekli gözetim altında tutulmalıdır. Kadın sürekli olarak gücü elinde tutan erkeklerin onayını alarak ilerlemek ya da yaşamak zorunda bırakılır. Kadın, en ufak onurlanma ve kendine saygı duyma kaynaklarından yoksundur.

Kadınların işi iğne iplik, erkeklerin işi ise katır ve kırbaçlarıdır. Bernarda’nın evi dış dünyadan yalıtılmıştır, çünkü evde korunması gereken bekâr kızlar vardır. Ve topluma karşı ‘namus’ ve ‘yas’ abidesi olmalıdır, bu kızlar. Toplumsal yasalara karşı çıkan kadınların akıbetine ise, Libradoslar’ın kızının başına gelen olaylar aracılığı ile tanıklık ederiz.

Federico Garcia Lorca’nın ele aldığımız oyunlarında toplumsal cinsiyetle barışmamış kadınlar, ağır bir yenilgi almışlardır. Yenilgi alan kadınlar, hala direnme gücünü yitirmemiş, genç kadınlardır. Bernarda, La Poncıa ve Anne karakteri ile karşımıza çıkan kadınlarsa var olan toplumsal cinselliğin güdümüne girmiş, onun savunucusu, yargılayıcısı olmuşlardır. Günümüzde bile yabancısı olamadığımız, ülkemizde de sıkça yaşanan kadın cinayetleri düşünüldüğünde, eril egemenliğin bazı kültürlerde yöresel olarak farklılıklar gösterse bile, bütün kültürlerde var olduğu anlaşılmaktadır. Bütün kültürlerde ‘kadınları’ farklı olarak tanımlayan şey, onları ‘ikinci derece’ olarak tanımlayan kadın ‘cinselliğiyle’ aynı şey midir? Bütün kültürlerde toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yalnızca cinsel farklılık olarak tanımlayan şey aynı zamanda erotik olan mıdır? Eril iktidar toplumsal cinsiyet bağlamında, cinsel açıdan erkeklerin istekleri doğrultusunda biçimlenir; bu da toplumsal tanımıyla iktidara odaklanır. Kapitalist ülkelerde servet de buna dâhildir. Erkeklik servete sahip olmak, kadınlık servete sahip olmamaktır.

 Erkeklik eril olmanın önünde, kadınlık dişi olmanın önünde gelir ve eril cinsel arzu her ikisini de tanımlar. Özellikle kadın, eril arzularının tahrik ve tatmin olması için gerekli özelliklerle tanımlanır ve ‘dişi cinselliği’ ve ‘dişi cinsi’ kavramlarıyla ilişkisi toplumsal anlamda totolojiktir. Toplumun hoş gördüğü, toplumsal kurallara aykırı değil, kadın doğasına uygun kabul edilen kadına yönelik davranışlarda eril cinsel ilgi ve gereksinimler göze çarpar. Buna eşlik eden cinsel paradigma içinde, cinsel cazibe ve ifadenin baskın normları toplumsal cinsiyetin oluşum ve onaylanma süreciyle kaynaşır;  böylelikle cinsellik kavramı heteroseksüellikle, o da egemenlik (eril) ve bastırılmışlığın (dişi) cinselliğiyle eşitlenir.(4)

 

Cinsellik kapitalizm tarafından biçimlendirilmiş, denetim altına alınmış, istismar edilmiş ve bastırılmıştır; yoksa kapitalizm bildiğimiz anlamda cinselliği yaratmış değildir. Cinsellik iktidar söylemlerine dâhil bir yapıdır ama toplumsal cinsiyet hiçbir zaman böyle olmamıştır; zor kullanma cinselliğin yayılması için çok önemli bir rol oynar fakat bunu cinselliğin inşasına yardımcı olarak değil, onu bastırarak yapar. Cinsellik, Freud’un da söylediği gibi, toplumsal cinsiyetle sınırlanmış, ilksel, doğal, politika öncesi ve koşullanmamış kendine özgü bir güdüdür. Cinsellik, toplumsal anlamda bir biçim alması, bir kalıba dökülmesi gerektiği için toplumsaldır.

 

Toplumların evrimleşme süreci incelendiğinde şunu görüyoruz ki, iktisadi çıkarlar boy gösterene kadar, cinsel yaşamın, başlıca ilkesi, zevk almak ya da almamak olan doğal düzenlemenin yasalarına ayak uydurmuştur. Cinsel etkinliğe düşman ilk ahlak anlayışı, toplumda belli bir iktisadi ve siyasal güce sahip bulunan, bunu elinde tutup artırmayı amaçlayan bir kümenin dileğinde kendini gösterir. Böylece toplumsal düzenden çıkar sağlayanın dileği, yükümlünün ahlakı haline gelir. Yani, ahlakın üretim alanı siyasal ve iktisadi açıdan güçlülerin elindedir.

Ancak, günün birinde dile getirilen bir dilekle yürürlüğe konan yasalar dışarıdan zorla benimsetilen ahlak anlayışını yaşatmaya yetmez. Dış zorlamayla cinsel doyumun gittikçe daraltılması, aslında, yeni ahlak anlayışını hiç durmadan yenileme ve topluma benimsetmeyi gerektirdi; gerçekten de böyle bir ahlak anlayışı, toplumun her ergin bireyinde direnmelerle karşılaşır, uzun süre ayakta kalamazdı. Bu nedenle toplumsal ereğine ulaşabilmek üzere daha derinlemesine kök salma eğilimindedir; Ben’in savunma olanakları zayıfken, çocukluğun ilk yıllarında etkisini göstermelidir. Belli bir kümenin dışarıdan zorla uygulattığı bir istekten doğan bu ahlakın, toplumun bütün bireylerince kabul edilen bir ahlak haline gelmesi gerekir. Bu değişiklik nasıl olmuştur, peki? Düşünsel düzeyleri büyük kitleyle aynı çizgide çakılıp kalmış bireylerin kişilik yapılarının değiştirilmesiyle; bu değişiklikse ceza korkusuyla, cinsel alanda kendini gösterecektir. Bernarda Alba’nın Evi oyunundaki şu sahne bu korkunun toplumda kök salması, ceza hukukunun yaygınlaşması, toplumsal cinsiyetin dışında, davranabilecek olan kadınlara ibret olması içindir:

Oyunda Libradoslar’ın kızı, evlilik dışı doğurduğu çocuğunu, öldürüp taşların altına saklamış ancak kurumlarla çevrelenmemiş, doğal dürtülerini özgürce yaşayan köpek, yavruyu kızın evinin önüne getirmiştir. Olay bu şekilde açığa çıkınca, kız sürüklenerek sokağa çıkarılmış, öldürülmek istenmiştir. 2004 yılda, ülkemizde yaşanan ve kadın cinayetlerinin simgesi halinde gelmiş Güldünya Tören ise, ailesinin kendini asmasını istemesine inat ya da umudu, ‘Ümit’ine bıraktığından bebeğini doğurabilmişti. Ancak önce İstanbul’da sokak ortasında erkek kardeşi tarafından vurulmuş, ölmediği anlaşılınca da, 13 saat sonra yaralı yattığı hastane odasında amcası tarafından öldürülmüştü. Bitlis’in Güroymak ilçesinin Budaklı Köyü’ndeki Şego Aşiretinin kararı da, 1934 yılında İspanya’nın bir köyünde yaşayan Bernarda’nın tutumu da, buyurgan ataerkil sistemin dile gelişidir:

Bernarda :Zeytin dallarıyla, kazma saplarıyla gelsinler gebertsinler şunu.

Adela : Hayır, hayır. Öldürmesinler.

Martırıo : Öldürsünler. Biz de gidelim artık.

Bernarda : Namusunu ayaklar altına almak neymiş görsün.

Adela : Kaçmasına izin versinler! Sizler karışmayın!

Martırıo : Yaptığının cezasını çeksin!

Bernarda : Jandarmalar gelmeden işini bitirsinler! Günah işlediği yerinden kızgın kömürle dağlasınlar!

Adela : Hayır! Hayır!

Bernarda : Öldürsünler! Gebertsinler onu!

Bireysel özgürlüğün yok olduğu, ‘ahlakın’ dışarıdan kurumlar tarafından dayatıldığı, öğretildiği ve yaşatıldığı sosyolojik toplumun oluşum sürecine dair, Reıch’in tespitleri şöyle:

 Bu cinsel düzen dünya kuruldu kurulalı var olagelmemiş, toplumsal evrimin daha önceki evrelerinin doğurduğu cinsel yaşam biçimlerinin sonunda ortaya çıkmıştır. Gerçi her çağın cinsel tutum bilimi toplumun evrimi, özellikle de düşünsel üretimi üzerinde alabildiğine etkili olmuştur. Ama şurası kesindir ki, cinsel yaşamın düzene konması besin üretim ve dağıtımında uygulanan belli toplumsal düzenin sonucudur. İnsanlık tarihinde, olumlu, yani cinsel tutumbilimin isterilerine uygun cinsel düzen, toplumun iktisadi çıkarları uyarınca, belli bir anda, cinsel düzenliliğin isterilerine uygun yaşamaya aykırı, bastırıcı, olumsuz cinsel düzene dönüşmüştür. Bu tarihsel olay, anaerkil toplumun ataerkil topluma, ilkel emek demokrasisinin de emeği alınıp satılan bir mal sayan toplumsal düzene dönüşmesiyle kendini gösterebilmiştir. Doğayla koyun koyuna yaşayan toplum, bütün öbür canlı varlık örgütleri gibi, cinsel arzuları bastırma diye bir şey tanımaz. Cinsel etkinliğe karşıt ahlak anlayışını da, onun uzantısı olan bozuk cinsel düzenlemeyi de taşıyan temeli oluşturacak iktisadi çıkarları yaratan, yeni yeni boy gösteren ataerkil düzenle onun kişilik zırhına bürünmüş çocuklar alayıdır. Cinsel etkinliğe düşman ahlakın kaynağı da, çelişkileri de insanın insana bağımlılığının durmadan yenilenen evrelerindedir. Bu ahlak sonunda buyurgan toplumun gerici niteliğe bürünmesinde açıkça rol oynayan etkenlerden biri haline gelmiş, dinin temel taşı olmuştur; cinsel yaşama düşman ahlak, toplumun ezilen katmanlarını, büyük girişimcilerin ve devletin egemenliği altına sokar ve gerek aile içinde ve dışındaki eğitimi, çocukluklarından beri zihinsel yetenekleri büyük kitleyle aynı düzeyde çakılıp kalmış bireylere, onları egemen sınıfların çıkarları için çalışmaya yatkın kılacak bireylere, onları egemen sınıfların çıkarları için çalışmaya yatkın kılacak ruh yapıları kazandırır. Çünkü ataerkil aile, düşünsel alanda kendi kendini çoğaltabilmek için gereksindiği cinsel bastırmayla en önemli öğreti fabrikası ; gerici toplumun, Devlet, Din ve iş kurumu içerisindeki astlık-üstlük sıralamasının temel dayanağı haline gelmektedir.(4)

F. G. Lorca’nın oyunlarında da görüldüğü üzere, cinsel yaşamı baskı altında tutmaya dönük olan baskılı düzenleme, tüm toplumlarda başarısızlığa uğramış, tam bir karışıklığa yol açmıştır. Cinsel bastırma, buyurgan egemenlik kurmayı kolaylaştırmaktaysa da, ister istemez yarattığı cinsel darlıkla kendi temellerini de sarsmaktadır. Gençliği erginlerin istemlerine köle etmekte, ama aynı zamanda cinsel başkaldırısını da hazırlamaktadır.

Adela : Bu daha başlangıç. Bende ileriye doğru fırlayacak yürek var. Bende sende olmayan şevk ve hüner var. Bu çatı altında ölümü gördüm, ama yılmadım, çıkıp hakkım olanı aradım.

Adela, sahte evliliğe karşı, metres olmayı kabul ederek, aşkı evliliğin karşısına dikmiştir. Erginlerin mülkiyet düzeneğinde belirledikleri evliliği tanımamıştır.

Adela : Onun dudaklarının tadını aldıktan sonra bu korkunç eve katlanamam artık. O ne isterse onu yapacağım. Bütün kasaba bana karşı cephe alacak, ateşten parmaklarıyla beni dağlayacaklar. Namuslu geçinen erkekler peşime düşecekler, evli bir erkeğin metresine layık görülen dikenli tacı takacağım ben.

Adela ve Güldünya, bireyin zihnine çakılan cinsel ketlemelerden kendilerini kurtarmış, aşkın ve özdenetimin ahlakını, ikiyüzlü toplumsal ahlaka karşı savunmuş ve bunun bedelini ödemiş karakterlerden yalnızca ikisidir. Buyurgan ailenin çözülmesi, kendisine dayatılan kimliğe karşılık, cinsel kimliğini savunan birey ile mümkün olabilir ancak. Toplumsal örgütlenmenin bu yönlü çözülme sürecinin etkinleştirilmesini ve hızlandırılmasını, ancak toplumbilimsel cinselliğin, cinsel arzuları bilinçaltına attığı tespiti ile mümkün olacaktır. Cinsel bilim koruyucu ve eğitici bir yöntem haline getirildiği, insanda kişilik zırhının oluşmasının daha doğduğu gün önlenmeye çalışılmasının asıl erek sayıldığı gün yalın insana ulaşılacaktır. Olumsuz, dayatmacı ahlakçılıktan uzak, bireyin öz denetimine dayanan aşk yeryüzünde kabul gördüğünde, tam anlamıyla yaşama sevincine ve sevgiye dayalı toplumlar kurulabilecektir.

  1. Engels, Friedrich, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Ankara, Sol Yayınevi, 1990
  2. 2.      Reıch, Wılhelm, Bedensel Boşalmanın İşlevi, Çev: Bertan Onaran, İstanbul, Payel Yayınevi, 1994
  3. 3.      Mıllet, Kate, Cinsel Politika, Çev: Seçkin Selvi, İstanbul, Payel Yayınevi, 2011